Arayışlarımız bitmiyor. Bitmeyecek... Çünkü insan ruhu dünyaya ait değil. Başkalarına ait değil. Bir işe ya da bir aileye...İnsan ruhu hiçbir zaman bulamayacağı o incinin peşinden sürüklenir gider. İlk gözümüzü açtığımızdan itibaren tutun da bir gün son nefesi verene kadar o incinin peşinden koşarız. Zaman zaman sadece o boşluğa bakıp yaşarız. Kendimizi oyalayarak. Durarak. Mecburi duraklarda kendini o boşluğa bırakarak.
Hayatımızın dönüm noktalarını her atlayışımızda ya öyle olmasaydı diye çok sormuşuzdur. Ya öyle olmasaydı? Başka türlü bir ihtimal daha çekici gelir bize. Çoğalan ihtimaller bizim boşlukta kalma sebebimiz olur. Çocuk oluruz. Anne. Baba. Eş. Arkadaş. Sevgili. İşçi. Patron. Eklenir ismimizin yanına birer birer... Değişip dönüşürken orada durur inci. Asla tamamlanmayız. Bu hepimizin bildiği, hissettiği ama başka bir ihtimalde bulabileceğimizi sandığımız o sır. Boğazımızda düğümlenen, karanlık bir gölge gibi peşimizdeki yabancı.
Sessiz sedasız çalışır zaman. Sanki bize kendini unutturmak ister gibi... Rüya gerçekle karışır. Kendimizi bir çınar kadar yaşlı hissettiğimiz ama bir bebek kadar doyamadığımız hayatta... Henüz hiçbir şey bilmeden savrulduğumuz yıllar büyütür inciyi. Acaba deriz... Acaba o boşluğu doldurmak için geç mi kalmıştık? Küçük bir ihtimal var mıydı? Sonra gelen o yorgunluk. Arkasına sığındığımız "kendini adamak"... Kendini avutmanın, unutmanın en kabul edilir şekli... Hayatını bir kenara bırakıp başka bir hayatta o inciyi bulmak. Dolayısıyla da kendini kazanmış hissetmek. Başka bir anlamda tamamlanmak...
Herkesi bıraksak ve yükselsek gökyüzüne. Birer birer dökülse eteklerimizden dünya... Birer birer yaklaşsak kendimize. Sonra bıraktığımız yere dönsek. Hem vazgeçmiş hem de tam saatinde yetişmiş gibi. Eteklerimizdeki çıplaklıkla kaldığımız yerden kendi incimizin peşine düşsek...