“Avrupa’nın büyükannesi” Kraliçe Victoria’yı bilmeyen yoktur. Bir devre adını vermiş 63 yıllık hanedanı siyasetten mobilyaya, bilimden edebiyata nice kolu ve dalı, gri ve siyaha boyayıp, matem ve merasim arasında gelip gitmiştir. Payitahtın elektrikle yeni tanıştırdığı kristaller ışıldaya dursun, arka sokaklarda vahşice endüstriyelleşen sistem, Oliver Twist’leri sömürmüş, fahişelerinin karnını deşmiştir. Yazar R. L. Stevenson’ın Doktor Jekyll ve Hyde’ı aslında Victorya çağının iki yüzüdür. Kraliçe’nin empoze ettiği aşırı muhafazakar tutum, yüksek bir duvar, kalın bir makyaj gibi dikilmiştir. Çatlaklarından pornografinin doğuşunu, cin ve afyon barlarının patlamasını görebiliriz. İşte böyle çift ruhlu bir çağın mimarı, müzmin ve hüzünlü Victoria’nın öteki yüzüyle tanışacağız bugün.
Victoria’nın İngiltere Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi olacağını, üstelik Birleşik Krallık tarihinde en uzun süre hükümdarlık yapma şansına erişeceğini kim tahmin edebilirdi ki? Babasının üç kardeşi ardı ardına ve hiç vâris bırakmadan vefat edince taht 18 yaşındaki Victoria’ya kalır. 20 Haziran 1837 yılında günlüğüne, aldığı havadisi şöyle not eder: “Saat altıda annem beni uyandırıp Canterbury Başpiskoposu ve Lord Conyngham’ın buraya geldiğini ve beni görmek istediklerini belirtti. Yataktan çıktım ve oturma odama gittim (üstümde sadece sabahlığım vardı) ve onlarla yalnız başına görüştüm. Lord Conyngham, zavallı dayımın bu sabah 2’yi 12 geçe hayata gözlerini kapadığını, dolayısıyla artık benim Kraliçe olduğumu söyledi.” Böylece, trene ilk kez binip telefonu (çok sevmemekle birlikte) ilk kez kullanan bir hükümdarın uzun soluklu maratonu başlamış olur.
Victoria’nın “onlarla yalnız başına görüştüm” demesi tuhaf değildir. Çocukluğundan bu yana, annesi tarafından çok katı bir şekilde eğitilmiş, evlenene kadar annesiyle aynı odada kalmış, dizinin dibinden ayrılmamıştır. Sonraki yıllarda gençliğini “melankolik” olarak tasvir eden Victoria’nın annesiyle ilişkisi, Haneke filmlerini aratmayacak cinstendir. Gerçi annesinin uyguladığı Kensington sistemi denilen bu zorlu eğitimi kendi ülkesi ve çocuklarında da uygulamaya kalkmış, nasıl ters teptiğini bir fiil oğlu ve selefi Albert (Bertie) ile görmüştür.
Kralsız Kraliçe olur mu hiç? Victoria’nın tahta geçmesiyle Avrupa’nın çeşitli krallıklarında prens arayışı başlatılır. Victorya’nın favori adayı, 16 yaşında tanıştığı Almanya’daki Saxe-Coburg-Gotha hanedanında birinci dereceden kuzeni olan prens Albert’tı. Ortak dayıları Leopold, çocuk yaşta babasını kaybeden Victoria için bir baba figürü olmuş, Victoria’yı Albert’a evlilik teklif etmesi için cesaretlendirmişti. Monarşi kaidelerine göre, Prensin rütbesi Victoria’dan düşük olduğu için Kraliçe olarak onun evlenme teklifi yapması icap ediyordu. Böylece Victoria, 1839 yılında Albert’ın Windsor sarayına gelişinden sadece 5 gün sonra, Prense evlenme teklif etti ve çift bir sene sonra dünya evine girdi.
Victoria ve Albert’ın evlilikleri çok mutlu ve tutkuluydu. Victoria’ya göre Albert dünyadaki en mükemmel insan modeliydi. Eşini kişisel sekreteri yapacak ve her konuda ona danışacaktı. “Onsuz hiç bir şeyin tadı yok” diyen Victoria Albert’ı henüz 42 yaşındayken kaybetti. Uzun süre göz önünden çekildi ve hayatının sonuna kadar da karalara büründü. Sadece cenazesinde Albert’ının yanına defnedilirken beyaz giymeyi vasiyet etmişti. Bugün evlilik törenlerinde beyaz gelinlik giyiliyorsa Victoria’nın çıkarttığı modadandır. Victoria’ya kadar gelin adayları, istedikleri renkte evlenebiliyorlarmış. Hatta, favori renkler, doğurganlık ve bereketi simgeleyen kırmızı ve Meryem ananın rengi olan maviymiş. Dul kadınlar için siyah en sık tercih edilen renkmiş. Victoria, beyazı seçtikten sonra beyaz popülerleşmiş, günümüze kadar gelmiştir.
Albert’tan dokuz çocuk yapan Victoria, doğumları ve çocuklarını evliliğinin “karanlık yüzü” olarak tanımlamıştır. Dokuz çocuktan sonra kendini bir Kraliçe’den çok bir domuz veya ineğe benzettiğini söylemiştir, çocuklarını da “kurbağa gibi çirkin yaratıklar” olarak tanımlamıştır. Bu mahrem bilgileri nasıl bilebildiğimizi soracak olursanız, Victoria’nın 13 yaşından itibaren öldüğü güne kadar tuttuğu günlüklerinden kendisine ait çok detaylı bir bilgiye sahibiz.[1] Victoria’ya kadar doğum esnasında kloroform kullanmak dini açıdan doğru bulunmaz çünkü kadınların doğum sancısı sayesinde günahlarından arındığına inanılır. Fakat Kraliçe gibi bir mavi kanlı ilk kez 1853 yılında oğlu Leopold’u doğururken kloroform kullanınca diğer kadınlar da bundan yararlanmaya başlamıştır. Teşekkürler Victoria! Victoria ve Albert’ın akraba evliliğine dair şunu da belirtmek gerekir; Victoria hemofili hastalığın ilk taşıyıcısıdır. Namı diğer “asil hastalığı,” kanın pıhtılaşmamasına neden olur. Victoria’nın oğlu Leopold yere düştüğünde kanaması durdurulamadığı için ölmüştür. Keza bir torunu Friedrich, 2 yaşında, diğer torunları Leopold ve Maurice, 30’lu yaşlarında kanayarak hayatlarını kaybetmiştir. Avrupa’daki pek çok hanedanın anneannesi olan Victoria sayesinde hastalık Almanya ve İspanya aristokrasisini ve Rus Romanov’ları vurmuştur.
Victoria hükümdarlığının ilk yıllarında çok sevilen bir figürdü. Ama ardı ardına gelen skandallar ve kocasının ölümünden sonra çekildiği inziva, popülaritesini düşürdü. Ayrıca, zamane muktedirlerinin aksine, sınıf, din ve ırk konularında hiç de ortodoks olmayan görüşleri vardı. Fransız Devriminin olumlu yorumluyor, aristokrasiye kendini toparlama fırsatı verdiğini düşünüyordu. Amerika’yı çok seviyordu çünkü orada “her oğlan çocuğu cumhurbaşkanı olabilir”di. İleriki yıllarında özel sekreteri Henry Ponsonby’ye, iki Başpiskopos tanıdığını, bunlardan ilkinin bir kasap, diğerinin bir manavın oğlu olduklarını gururla anlatır. Katı kast sistemi ve sınıf ayrımlarına karşı duruşu, yanında çalışan insanlara davranışından bellidir zaten.[2]
Bunlardan en ünlüsü Kraliçenin özel hizmetçisi John Brown, kimilerine göre Kraliçenin en yakın sırdaşı ve sevgilisi olmuştu. Albert’ın ölümünden sonra Kraliçe, Brown ile “ikinci bir hayat” başladığını yazmıştı. Hatta, bu yüzden Victoria için “Mrs. Brown” lakabı kullanılmış, Brown, çocukları tarafından “annemizin sevgilisi” olarak tanımlanmıştı. Gizlice evlendiklerine dair dedikodular ayyuka çıkmışsa da, bugün ilişkilerinin mahiyetine dair pek bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz Victoria’nın, bütün söylentilere kulak tıkayıp Brown’u yan odada yatırdığı, ona madalyalar takıp, yağlıboya portresini yaptırdığı ve mezarına, Brown’ın bir tutam saçı, fotoğrafı, mektupları ve Brown’ın annesinin yüzüğüyle girdiği bilgisinden ibaret. Çocuklarının, bu yakın ilişkiyi hiç tasvip etmedikleri aşikardı. Hatta Kraliçenin yaptırdığı tüm Brown heykellerini oğlu Bertie Kral olduktan sonra tek tek yıktırmıştır. Brown vefat ettikten sonra Kraliçenin en yakın arkadaşı bu sefer Hintli hizmetkarı Hafız Abdülkerim oldu. Victoria’nın danışmanları Kraliçenin Abdülkerim’e Hintçe “hocam” anlamına gelen “Munshi” diye hitap etmesi ve “beyazlara” verildiği gibi imtiyaz vermesini kınayıp, “ya biz, ya o” diye rest çekince, cevaplarını işten çıkartılarak almışlardı. Başka bir vefa ve dostluk hikayesi Kraliyet doktoru Sör James Clarke’la ilgilidir. Victoria’nın ilk yıllarında onu çok yıpratan bir skandalın müsebbibi olan doktor, Hipokrat yeminini unutup Kraliçenin nedimelerinden Leydi Flora’yı zan altında bırakmış, onun hamile olduğuna dair dedikodu çıkartmıştı. Kraliçe, doktoruna inanıp Flora’nın çırılçıplak soyulup teftiş edilmesine hüküm vermiş kadıncağız ancak devasa bir tümörden dolayı öldükten sonra bakire olduğu ortaya çıkmıştır. Clarke, çok kötü bir ve demode bir doktor olup Prens Albert’ın hastalığına dair“durup bakalım” stratejisiyle tanı koymamasına rağmen Victoria belki de duymak istediklerini söylediği için onu hep sarayda tutmuştu.
Anlaşıldığı üzere Victoria güvendiği insanlarla yakın çalışmış, onların sözlerinden nadiren çıkmıştı. Buna istisna 1852-55 yılları arasında Başbakanlık yapan Lord Aberdeen (George Hamilton-Gordon) olur. Her ne kadar Lord Aberdeen’den “beni düşünen son Bakanlardan” ve “sadık dost” diye bahsetmiş olsa da, Kırım savaşı konusunda ters düştüğü için Aberdeen’in Başbakanlığına mâl olan bir hamle yaparak savaş çığırtkanlığına başlamıştır Victoria. Aberdeen, 1853 yılında Rusya’nın Osmanlı’ya karşı agresif tavrını tasvip etmemekle birlikte İngiltere’yi savaşa sokmamak için elinden geleni yapmıştı. Napolyon Savaşlarından beri 40 yıl boyunca hiç bir savaşa karışmamış Birleşik Krallığı, Ortadoğu ve Rusya batağına sokmak istemediğini beyan etmişti. Meşhur bir pasifistti. Savaşın her formundan tiksindiğini Kraliçeye izah etmeye çalışsa da Victoria’nın cevabı kısa ve keskin olmuştur: “Bu kabul edilemez.” Kırım’dan, orduda yolsuzluk, kötü yönetim ve çokça ölüm haberi gelmeye başlayınca, kabak onun başına patlamıştır. Lord Aberdeen, Lord Roebuck adlı bir radikal milletvekilinin ordunun idare usullerine dair soru önergesi vermesiyle istifaya zorlanmıştır.
1861 yılında kocasının ölümünden sonra sürdürdüğü yarı münzevi hayatı, aile skandalları ve sebebiyet verdiği savaşlar Victoria’yı lekeleyen tek nedenler değildi tabii. İrlanda’da 1845 yılında başlayıp 1852 yılında son bulan “Büyük Kıtlık” ya da “Patates Kıtlığı” yüzünden bir milyon kişi ölmüş, bir milyon kişi de göçe zorlanmıştır. Kimilerine göre bu modern çağın ilk soykırımlarından biridir. Kraliçe, yardım için 2,000 Sterlin göndermiş olsa da, özrü kabahatinden büyüktür. 1847 yılında İrlandalılara 5000 Sterlin yardım yapmak isteyen Sultan Abdülmecit, “Kraliçeden fazla bağış yapamazsınız” gerekçesiyle engellenmiştir. (Bunun üzerine buğday yüklü gemiler gönderen Abdülmecit’e sağolsun Kraliçe teşekkür mektubu göndermiştir). İrlandalılar Kraliçeye bu dönemde “Kıtlık Kraliçesi” diye hitap etmeye başlar. Ancak, 1887 yılındaki altın jübilesi ve 1897 yılındaki pırlanta jübilesi sayesinde kaybettiği prestijini yineleyip güneşin batmadığı devasa İmparatorluğunda tekrar kutlanmaya ve desteklenmeye başlandı. Ama unutmayalım en az sekiz defa da suikast girişimlerini kıl payı yan çizdi.
Hazır Britanya-Osmanlı ilişkilerine değinmişken Sultan Abdülaziz’in İngiltere ziyaretine de teğet geçmeyeyim. Abdülaziz, Paris’ten sonra ziyaretinin ikinci durağı olarak 12 Temmuz 1867’de Londra’ya varır. Sultanın bulunduğu gemiyi Dover limanında karşılayanlar arasında İngiltere Veliant Prensi VII. Edward, Mısır Hidivi İsmail Paşa, Cambridge Dükü, Kent Lordu, Sutherland Dükü ve Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi Musurus Paşa bulunuyordu. Padişahın yanında oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Veliaht Şehzade Murad Efendi, Şehzade Abdülhamid Efendi ve Hariciye Nazırı Fuad Paşa’nın da aralarında bulunduğu 59 kişi vardı. Etrafta şöyle bir dedikodu dolanıyordu: İngiliz ve Osmanlı İmparatorluklarının arasındaki ilişkilerin temellerini güçlendirmek için Sultan Murat ve Kraliçe Victoria’nın kızlarından biri evlendirebilirdi. Sultan Abdülaziz ve maiyeti için Buckingham Sarayı’nda binlerce çiçekle süslenmiş odalar ve merdivenler hazırlanmıştı. Sultan Abdülaziz 13 Temmuz günü Kraliçe Victoria’yı Windsor Sarayı’nda ziyarete gitti. Sultan Kraliçe’yi elinden öperek selamladı. Sultan Abdülaziz ve Kraliçe Victoria tanışma töreninden sonra birlikte yemek yediler ve Tille Terrace’de gezinti yaptılar. Aynı gün Kraliçe St. Georges Şapeli’nde Sultan’a Order of the Knights Garter nişanı takılacaktı. Kraliçe ve Sultan, 17 Temmuz günü İngiliz Donanması’nın Portsmouth’ta Sultan Abdülaziz için hazırlandığı deniz tatbikatını birlikte izlediler. Kraliçenin Türk sefaretine geldiğinde kullandığı koltuk halen Londra rezidansımızda bulunmaktadır. Olur ya, sefir ya da sefire neredeyse 150 yaşındaki koltuğun döşemesini değiştirmek isteyebilir- asla. Büyük Victoria’nın koltuğuna asla dokunulamaz, buna İngiltere izin vermez. Tarihe sahip çıkmak böyle bir şey olsa gerek.
Gelelim Victoria’nın asli belasına. Kendinden sonra Kral olacak oğlu Bertie hayatı boyunca onu en çok yoran şahsi mesele olmuştur. Galler Prensi Albert Edward’dan ya da Bertie’den çok şey beklenmiş, o tam tersini yapmıştır. Victoria’ya göre Bertie (1841-1910), “babası Albert gibi mükemmel bir birey” olması için çok ciddi bir eğitime tabi tutuldu. Yedi buçuk yaşındayken din dersi, İngilizce, Fransızca, Almanca, resim, müzik, matematik ve coğrafya eğitimine başlatıldı, çocuğun konsantrasyon sorunu olduğunu gören Kraliçe, onu açıkça, “zayıf, tembel, renksiz ve cahil” diye nitelemekten çekinmedi. Babası o bocaladıkça, daha etkin bir disiplin uygulamayı seçti ve haftanın 7 günü 7 saat eğitim almasına zorladı. Sonuç, Bertie, uluslararası playboy ve bon viveur olup çıkmış, hayatının sonuna kadar şampanya, puro ve güzel kadın meftunu olmuştu.
On haftalık askeri eğitim için gittiği Dublin’de arkadaşları ona bir numara yapıp çadırına Nellie Clifden adında bir aktris gönderdiği bilinir. Bekaretini böylece kaybeden Bertie’nin bu macerası, Kral ve Kraliçenin kulaklarına gidince, babası Albert çıldırmış, oğluna ders vermek için yanına gitmiştir. Hemen akabinde hastalanıp ölünce, Kraliçe oğlunu çok sevdiği kocasının ölümünden hep sorumlu tutmuş, “Bertie’ye hiç bir zaman irkilmeden bakamıyorum” demişti. Bertie’yi şekle sokmak için hemen evlendirilmesine karar verilip Danimarka Prensesi Aleksandra’da karar kılınır. Victoria’nın matemli, monoton sarayının aksine, Prens ve Prensesin Londra’daki Marborough Malikanesi, tam bir parti evine dönüşüp Bertie’nin hedonist zevklerinin merkezi oluvermiştir. 1877’den itibaren, oyuncu Lillie Langtry, Sarah Berhardt ve 1898’ten itibaren Mrs. Alice Keppel ile birlikte olur. Bu ve kumar skandallarına karşın, Victoria oğlunu kollamış, onu böyle kabullenmek durumunda kaldığını söylemiştir. Victoria 1901 yılında vefat edince Bertie, VII. Edward ismini alarak Kral oldu ve 9 yıllık hükümdarlığı boyunca çok sevildi. Zira annesinin en iyi özelliği olan, karşısındakinin rütbesi gözetmeksizin, iyi bir diplomat olma özelliğine sahipti. Günde 20 sigara, 12 puro ve beş öğün yemek yiyerek 59 yaşında kalp krizinden öldü. Tabutunun ardında, oğlu V. George, Yunanistan, Danimarka, Norveç, İspanya, Portekiz, Belçika, Bulgaristan, Almanya ve Prusya olmak üzere dokuz ülkenin Kralı vardı: anneanne Victoria’nın inşa ettiği hanedan evlilikleri yüzünden hepsi de yakın akrabaydı. Cenazesi, Birinci Dünya Savaşı arifesindeki Avrupa’daki son ihtişamlı “birlik” resmiydi. Bir kaç yıl içinde bu Krallıkların çoğu tarih olacaktı. Victoria Çağı gibi.
Kraliçe Victoria post-partum depresyonlarıyla cebelleşip ikilemler arasında gelip giderken, dünyanın en büyük İmparatorluğu görmediği kadar zenginlik ve refah ile tanışıyordu. Tıp, teknoloji, bilimde çığır açılıyordu. Modern sporlar İngiltere’de doğmuştu. Çağın tutuculuğu, mimariyi etkilemiş, Ortaçağ Gotiğinin en muhteşem eserleri, mühendislerin de yardımıyla hiç olmadığı kadar yükselmişti. Darwin’in Türlerin Kökeni 1859 yılında yayımlandı. Fotoğrafı çekilen ilk İngiliz hükümdar Victoria oldu. Basın hiç olmadığı kadar yayıldı. Buharlı gemiler, ardından zırhlılar, trenler, kanallar, İmparatorluğu birbirine yakınlaştırıp servetin yayılmasını kolaylaştırdı. Aynı dönemde dünyada silah, ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki büyük buluşlar bu yayılmanın hızını katmerliyordu. Bu aynı zamanda İngiliz sömürgecilik ve sanayiciliğinin tarihin en vahşi zamanlarına da tekabül ediyordu. İmparatorluğun incisi Hindistan, Victoria’nın 1857 deklarasyonuyla Kraliçenin himayesine alındı. Doğal kaynakları ve işgücü, İngiliz endüstrisi için paha biçilmezdi. Keza Afrika’nın kaynakları da öyle. İngiliz ordusu 1882 yılında Mısır’ı işgal etti. Burada da mesele Hindistan rotası için elzem olan Süveyş Kanalıydı. 1898’de İngiliz ve Mısır birlikleri, Sudan’ı ele geçirdiler. Altın ve elmas madeni zenginlikleriyle Afrika en güneyine kadar parsellenmeye başlandı. Bu arada, Avustralya ve Victoria devrinin başında sömürgeleşen Yeni Zelanda, açık cezaevine döndürüldü. İmparatorlukta güneş batmıyordu ama yeraltında çalışıp çelik döven, kömür çıkaranlara güneş yoktu. Şehirler gittikçe doldukça yaşam standartları o kadar düştü. Çocukların beş yaşından itibaren kömür madenlerinde, baca temizleyicisi olarak ve fuhuşta çalıştırıldığı biliniyor. Dönemin en önemli yazarlarından Charles Dickens’ın 12 yaşına kadar ayakkabı parlattığı çarpıcı örneklerden biri. Kadın meselesi ise başka bir ikiyüzlülük. Düşünün ki ülkenin başında bir kadın var ve bu kadın sürekli kölelik karşıtı söylemleriyle, insan haklarından dem vuruyor. Ama sadece Londra sokaklarında yaşları ekseriyetle 15-22 arası 8600 tane fahişe dolanıyor. Edebiyatta, Bram Stoker’ın meşhur Drakula’sında da gördüğümüz üzere, bir taraftan Victoria’nın sitayişle bahsettiği temiz, pür-u pak hanımlar, bir taraftan da sistemi sorgulayan, erkek egemenliğini sarsacak “tehlikeli fahişeler” çıkıyordu. Tabii ki “kötü kadınlar” vampir kurbanı olacaktı. Uzun lafın kısası, Victoria çağının yüzeyi, bir Modern mimari mucizesi olarak 1851’de inşa edilen Kristal Palas gibi teknolojik nimetlerden nemalanmış, ışıltılı, büyülü bir dünyaydı; sömürülen işçi kadın, erkek ve çocuk iskeletlerinin üzerinde yükseldi İmparatorluk. Victoria bu iki yüzlülüğün vücut bulmuş haliydi. Katı kuralların Kraliçesi kapalı kapılar ardında pek çok tabuyu kırmakla meşguldü. O yüzdendir ki baskıcı düzenlerin değişmeyen denklemi Victoria Çağında zirve yaptı: aşırı muhafazakarlığın aşırı düşkünlükleri doğurdu. Dorian Gray’in güzel yüzü olan maskesi, tüm çürümüşlükleri saklayabilirdi.
Pelin Batu
Instagram: pelinbatutr
[1] Kraliçe Victoria’nın 122 güncesine buradan ulaşabilirsiniz: http://qvj.chadwyck.com/marketing.do
[2] İşin ironik tarafı kendi küçük dünyasında bu denli “eşitlikçi” bir Kraliçenin İmparatorluğunda ırkçılık tarihinin ABC’si yazılıyordu. Aynen H.G. Wells’in 1895 yılında yayımladığı Zaman Makinası adlı meşhur romanıdaki gibi “aşağıdakiler” ve “yukarıdakiler” arasındaki acımasız bir savaş yaşanıyordu, halen de yaşanıyor.