Yüzyıllık Yalnızlık

Sağım,solum sobe! Yalnızlık ebe! Nedir bu çığ gibi büyüyen yalnızlık hikayeleri?Neden kendimizi gün be gün toplumdan soyutlayıp,biraz daha yalnızlaşıyoruz?

Aslında bir o kadar yalnızlaşırken,etrafımızdaki hiç kimseye güvenmezken , “Evrene mesaj gönder olsun!”culuk oyunları oynuyoruz.Aslında yürekten de inanmıyoruz “İyi düşün,olsun!” cümlesine.

Yalnızlığımızın içinde boğulurken,sadece inanmak istiyoruz.Yüreğime binlerce iğne batırılıyor hissiyatıyla okuduğum Gabriel Garcie Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabı ; “Benim Güzel Kitaplarım”listesinin başını çekiyor.

Kitabın konusu;yakın akraba evliliği yüzünden yüzyıl sonra soylarının tükenmesiyle bitecek olan yüzyıllık yalnızlıkla lanetlenmiş bir soyun Macondo adlı düşsel bir nehir kasabasındaki içsel yalnızlığı.Kitapta olan fantastik diyebileceğimiz olaylar o kadar ustaca gerçekliğe dayandırılmış ki;

Buandia ailesinin domuz kuyruğu ile doğan çocuğu size garip gelmiyor.Size en çok dokunan da; ne baba Jose’nin denizi bulma hayaliyle dağları aşması,ne yüzyıldan fazla yaşayan Ursula’nın deliler evini (kendi deyimiyle)çekip çevirmesi için insanüstü çaba sarfetmesi ,ne de Albay Buendia’nın otuz iki savaş yapması oluyor.Size dokunan, bu lanetlenmiş ailenin vakti gelince koyu bir yalnızlığa gömülüp yalnız ölmeleri oluyor.

“Bazen insanlara sevgi gösterdiğimizi düşünsek bile sevgimizde samimi olmadıkça bu sadece bir gösteriden mi ibaret kalıyor acaba?Seviyor-muş gibi,dinliyor-muş gibi,ilgileniyor-muş gibi...yapmak.Karşımızdaki bunu anlamıyor mu ya da hissetmiyor mu sanki?Belki de en acısı;

-muş gibi’lerle geçen bir hayat içerisinde bize verilen gerçek sevgiyi,gösterilen gerçek ilgiyi fark etmemek.Olabilir mi?”

“Yüzyıllık Yalnızlık”aslında hepimizin yüzyıllık kabusu.Ne hastalık,ne yaşlılık.Yüreği harap eden; YALNIZLIK!