KELEBEK

İnsanlığın kara günlerinden , 25 Kasım 1960; Karayipler’de yer alan Dominik Cumhuriyeti ,diktatör Trijillo’nun baskısı altında iken yaşanan vahşetin kan izleri.

Eşleri diktatör
rejimine karşı durdukları
için tutuklanan üç kız kardeş ,
eşlerini görüp hasret gidermek için
gittikleri ceza evinden dönüşte
diktatör askerlerinin tecavüzüne
uğramış ve kayalıklardan atılarak
hunharca katledilmişlerdir. Mirabel
Kardeşler olarak tanınan üç
kadından birinin kod adının kelebek
olması sebebiyle Kelebekler
Günü olarak bilinir 25 Kasım. Diktatörlüğe,
baskıya, zulme, şiddete ,
ayrımcılığa karşı başkaldırının, kelebek
misali özgürce kanat çırpışın
sembolüdür Kelebekler Günü.
Teknolojinin, bilimin çığırlar
açtığı günümüzde insanlığın
refaha, huzura kavuşması
beklenirken her geçen gün şiddet
dozunu arttırarak yayılıyor. Sarp
kayalıklarda Mirabel Kardeşler’in
kanı kuruyup yerine dağ gülleri
açması arzulanırken , kan ve göz
yaşı dünyanın dört bir yanında
oluk oluk akıyor. Yaşanmaya
devam eden vahşetleri sonlandırmak
için çırpınışlar kar etmiyor.
Kadın ve çocuk hakları siyasetin
elinde pinpon topuna dönmüş.
Tek dert kız mıdır yoksa kadın
mı? Sokakta hipnozlu vaziyette
dolaşan ve sadece etten kemikten
ibaret, duygudan histen yoksun
kalabalık saatler ilerledikçe yeni
vahşetler saçıyor. Artık yeter!
Bunca kötülüğe doğa ana da
kızgın ve kırgın. Şevkatle koruyup
kolladığı insanların açtığı derin
yaralar karşısında çığlık atıyor.
Ancak ruhuna yabancılaşmış insanlık
ne doğa ananın çığlıklarını,
ne kadınların haykırışlarını ne de
masum çocukların ve haycanların
yakarışlarını duymuyor.
Doğum ve ölüm arasındaki
yolun ne kadar kısa olduğunu unutup
hırslara sarılan insanlık kendi
içinde yarattığı boşluğu şiddetle
doldurma çabasında. Her daim
hesap kitapla, şeytani planla dolu
zihinler hep daha fazlanın peşinde.
Kadın ve erkek olarak bir bütünü
meydana getirdiğinin, doğu
olunca batının var olabildiğinin,
geceyi gündüzün takip ettiğinin ve
her birinin aslında bir bütünün ve
tek olanın birer parçası olduğunu
unutmuş insanlık. Unutmasa
idi tekten var olduğunu ; yeni
doğmuş bir bebek kurşunların
hedefi olmazdı, daha konuşmayı
beceremiyorken tecavüze
uğramazdı, açlıktan ve safaletten
can vermezdi niceleri. Her gün
sayısız kadının yüzü morarmazdı
yemeğin tuzu az olduğu için.
İnsanlık var olduğundan bu
yana ruhundan uzaklaşmasaydı,
kadın yok edilmeye çalışılmazdı iş
hayatından, sokaktan.
Peki kalpler bu denli kararmış
, insanlık arafta kalmışlığın dehlizinde
kaybolmuşken , kelebekler
dahi kanat çırpmaya korkar iken,
ufacık da olsa bir umut yok mu?
Vardır elbet. En zifiri karanlığın
sonunda güneş tüm haşmeti ile
doğarken mutlaka bir kurtuluş
yolu vardır. Ne demiş Aşık Yunus
Emre?
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
Hiç kimseye kalmayacak olan
şu dünyada , kısacık ömürlerimizi
huzurla tamam edebilmek için
önce kaybettiğimiz ruhlarımızı
bulmamız şart olsa gerek. Özümüzle
tanış olunca , sevmemek
ve sevilmemek mümkün mü?
Sevginin tüm saflığıyla egemen
olduğu bir dünyada sefalet, şiddet
, ayrımcılık , acı, göz yaşı barınabilir
mi? Barınamaz elbet. İşte
o zaman kelebek de korkusuzca
süzülür gökyüzünde. Tez vakitte
aynadaki silüetlerin özleriyle tanış
olma ümidiyle...